Varlıkta da, yoklukta da
Aşk kelimesinin kökeni Eşk’miş. ‘Ebadet’, ‘şükür’ ve ‘kanaat’ kelimelerinin baş harflerinden gelirmiş okuduğum bir kitaba göre. Ebadet, sevgiliyle olan tatlı muhabbeti anlatırmış, bu o kadar güzel bir halmiş ki buna şükretmek gerekirmiş. Bu hali aşmamak, zorlamamak yani kanaat etmek de aşkın olmazsa olmazıymış. 3 kelimeyle ne güzel anlatılmış aşk..
Yorgun ve berbat biten bi günün ardından, konuşmak isteyip kendini anlatacak halin olmadığı zamanlar vardır. Eve geldiğinde mesela, o adam ya da kadın uzanıyordur belki koltukta. Çantanı atarsın bir yana, ceketini çıkartırsın.. uzaktan baktığında hayattan ne kadar yorulduğunu yüzünden anlar, soru sormaz.. Yüzüne gülümsersin sonra yavaş yavaş yanına yürürsün.. Konuşmadan, üzerindekini çıkarmadan yanına kıvrılırsın, her şeyden kaçar gibi. Şefkatle koltuğunun altına alır, sarılır sana, dokunur.. Yarana, ruhuna dokunur gibi.. Hiç konuşmazsınız.. Kendini dünyanın en güvenli yerinde hisseder gibisindir, her şeyden uzaklaşıp dünyada sadece iki kişi kalmış gibi..
Aşk biriyle hiç konuşmadan böyle bi ‘an’ı yaşamaktır. Gürültülerin arasında birini ses çıkarmadan sevebilmektir.
Giyinik kalarak, soyunmaya gerek kalmadan da çırılçıplak olabilmektir. Sessiz kalıp her şeyi konuşabilmiş gibi hissetmektir. Biriyle gülebilmek, konuşabilmek önemlidir de birlikte sessiz kalmayı da becerebiliyor muyuzdur peki yeterince? Gerilmeden, birbirini anlayarak, kendini bırakarak sessiz kalabiliyor muyuz?.. Bir sonraki adımı düşünmeden?
Aşk her şeyin ötesinde varlıkta da yoklukta da beraber olmaktı.. O yalnızken, madden zayıfken ışık olmaktı.. Eksik, kusurlu yerleri sevgiyle tamamlayabildiğin şeye aşk deniyordu. Derdi bir yana birinin hayallerinin yanında coşkuyla olmaktı aşk. O hayaller, sevdiğin kadını ya da adamı senin çok uzağına atacak olsa da.. Kendinden taviz vermeden kendinden vazgeçmeyi bilmekti.
Aşk tamamen kaybettiğinde bile tamamen kaybetmemekti. Bütün duvarlar sana kapansa da dimdik durabilmekti. Acından kaçmak değil, onu yaşamaktı.. Aşkı bütün acısıyla sahiplenirken ezilmemekti. Yapraklarını dökerken ayakta kalan sağlam bir ağaç gibi baharını beklemekti. Dallarını eğmemekti. Bir gün yeniden çiçek verebileceğini, mevsimler ne kadar sert olursa olsun, aslında bir ağaç olduğunu hatırlayarak yaşamayı öğrenmekti. Bütün bunlar sadece güçlü olabilenlerin kaldırabileceği şeydi. Kalbi, karakteri güçlü olanın, duygularının arkasında duran cesur insanların, kıymet vermesini bilenlerin yanında büyüyebilen bir şeydi aşk.
Her şeyin sonunda herkes ancak kalbinin büyüklüğü kadar sevebilir. Aklının aldığı kadar anlayabilir, cesareti kadar göze alabilir. Vicdanı kadar insanca yaşayabilir. Biri eksik olduğunda, ilk yara alan aşktır.
İki kişi çıktığın yolda bir anda sırtını dönebilecek birinin elinden tutup yürüyemezsin. Bu yüzden aşk, zamanı geldiğinde elini tutmayan eli kabullenmeyi, vazgeçmeyi bilmekti. Güzel sözdür, “Kendine sadık olamayan başka birine sadık olabilir mi?”. Aşk, bugünlerde ne acı ki bu yüzden her yerde nefes alamıyor.
Deniz kıyılarında oyalanıyor bugünlerin hızlı aşıkları… İki kişiden biri biraz daha cesur olduğunda biraz derine gidip, boy veriyor ve sesleniyor diğerine, “Burada ayakların yere değiyo, korkma, gelebilirsiiinnn!”… O kadın ya da adam bunu duymuyor. Diyor ki “böyle iyi”.. “Kıyılar güzel, istediğin an çıkabilirsin.. Ne gerek var derine gitmeye, yorulmaya?”
Yerinden kalkmadan sevmek isteyenlerin yanında bu yüzden aşk durmuyor… Zaman da.
Yazar: Nihal Yuvacan