Ters dönmüş kaplumbağaları anlamak
Resimdeki kadın şehre doğru süzülüyordu. Biraz bakıp “Kadın şehirden nefes almak için güneşe doğru çıkıyor” diye düşündüm.
Arkadaşım Mert, “Belki gün boyu yaşadığın saçmalıkların değersizliğini anla” diyordur dedi.
Ne dersek diyelim, şehrin üzeri görünmez sularla kaplıydı. Yüksek binaların üstü bile. Göremiyor, sadece hissediyorduk. Ben hissedebiliyordum.
Sağa sola yüzmek, ters dönmüş kaplumbağaların düz konuma gelmek için ellerini ayaklarını gelişigüzel hareket ettirmesi gibiydi. Kendi kendimizle dalga geçtiğimiz bir debelenme haliydi bu.
Belli bir duruşu olmadığı için taviz vermeye mahkum, politik davranma teslimiyetine kendini bırakmış, her şeyi ve herkesi idare etmeyi başarı sayan insanların arasında seni mutlu edebilen o küçük, değerli, kocaman kalpli şeyler yüzündendi bu bıcır bıcır debelenme.
Ben sözler biriktiriyordum tüm bu zamanlarda, birileri okuyor, birileri okumuyordu. Uzun yazılar çok sevilmiyordu. Kimseye kızmıyor, benim için kendini ifade etme biçimi olmaktan başka bir şey olmayan bu paylaşıma devam ediyordum.
Yazmak, bir tür yüzme şekliydi benim denizimde. Bulabildiğim kelimeler, beni yüzeye, güneşin yakınına çıkarıyor gibiydi.
Yüzmeyi iyi bilmek gerekiyordu yaşamak için. Güneş her gün görsek de görmesek de doğmaya devam ediyordu.
Ağız dolusu konuşuyordum yazmadığım zamanlarda. Sözlerimi birileri dinliyor, birileri dinlemiyordu. İşine gelmeyen herkes için fazla gelen çok sözüm vardı. Hep böyledir. İşine gelmeyen herkes için hep bir fazla sözünüz vardır. Alma becerisine sahip olmayan beyinler için hep bir fazla akıllıca lafınız, verme becerisine sahip olmayan her kalp için fazla bir sevginiz, vardır hep. Fazla olmak o yüzden her zaman kötü değildir.
Bağıra bağıra bir fazla olursunuz her eksik ruh için.
Kendi kalmaya çalıştığınız ve her şeyin olması gerektiğinden daha fazla farkında olduğunuzda ters dönüyordu kabuğunuz. Haksızlığa tahammül gücünüz azaldığında.. Haksızlığı sadece sizin başınıza gelen bir şey değil de, etrafınızda dostlarınızın, iş arkadaşlarınızın, gazeteyi açtığınızda gencecik yaşında ölen, öldürülen, canına okunan binlerce kadının, çocuğun, insanın hikayesinde gördüğünüzde.
Birilerinin gereğinden fazla duyarlılık ve hassasiyet diye tanımladıkları o şeyin sadece basit ve saf haliyle ‘insan olmaktan’ ileri geldiğini bildiğinizde.
Kaşarlaşamadığınızda, “Olmuyor işte, yaşla olmuyor ruhun kabul etmedikçe” diye boşluğa seslenirken dönüyordu tersine kabuğunuz. Elinizi, ayağınızı her çaresizce oynatmanızın sevimli bir anlamı vardı hayata dair. Burnu düşse eğilip yerden alamayacak insanlık için bir küçük adımdı sizin o minik atışlarınız.
Sizin samimiyetle konuştuğunuzda anlaşılamayacak hiçbir konunun olmadığına inanan çocuk bir ruhunuz vardı. Sizi bu kadar güçlü yaparken aynı ölçüde duygulandıran bir çocukla cebelleşme haliydi yaşamak. İçinizdeki çocuk her bağırdığında onun ağzına vuruyor, sonra özür diliyordunuz. O var diye, onu büyütmek için yaşama yeniden kaldığınız yerden tutuyordunuz.
İnsan önce bu yüzden kendi içindeki çocuğun annesi ya da babasıydı. Gerçekten anne veya baba olması, aslında bundan çok sonraydı.
Gerçek kaplumbağaların aksine, kabuğunuzu gerçekte bir tek siz düzüne çevirebiliyordunuz.
Yazar: Nihal Yuvacan