Sarı inat, fındık ve öyle bir şeyler
7-8 yaşındaydım, babama kızmış, odama kapanmıştım. Ben o zamanlar korku filmlerini çok seviyordum. Güya babamla birlikte izleyecektik ve babam gündüzden beri hayalini kurduğum bu masum planımı beni üzerek bozmuştu. Filmin başlamasına saatler kala odama gitmek zorunda kalmış; zayıf, beyaz kollarımı bir hışımla sallaya sallaya yürüyüp çoktan kapımı çarpmıştım.
Çok kızgındım, ışıkları bile yakmıyordum. Oysa uykum bile yoktu. Babama aslında kızgınlığım da geçmişti, tek düşündüğüm o filmi ne olacaktı da birlikte izleyebilecektik? Öyle bir tavırla çıkmıştım ki kedi gibi geri gelmeyi kabullenemiyordum. Annem “Sarı inat” derdi bana bu inadım yüzünden. Babam da içi etmemiş, yine arada seslenmişti oysa ki, “Hadi Nihal gel film başlıyor” diye. İstediğim de olmuştu aslında, ama “Gelmiyorumm’ demiştim. Daha o dakika pişman olarak.
TV sesi geliyordu, kulağımı kapıya dayamış durumu takip ediyordum. Kendime de gelmiyorum dediğim için kızıyordum ama nedense bir şey beni tutuyordu. Bir kez daha sorsa, gelecektim ve ne yazık ki babam naz çekemeyen bir baba olarak benden umudu kestiği için artık sormuyordu.
Babam ikinci kez sormadı, ben de öyle karanlıkta gözlerimi oraya buraya dike dike filmi izlemeden uyuyakaldım. Belki inat, belki gurur, belki de kendi karakterimi kanıtlama isteğindendi. Gururun insanı koruduğunu zannederken aslında insanı üzen bir şey olduğunu erken öğrenmiştim.. İnsanı korurken üzen şeyin adı gururdu. Koruduğunu zannederken sadece kendi kabuğunda kalmanı sağlayan şey gururdu. Daha az incinmek için daha mutlu olma ihtimalinden vazgeçmenin adıydı.
Daha az incinmek için elimizden geleni yapıyorduk ilerleyen zamanlarda, oyunun kuralları değişiyordu. İncinmeyi göze almadan mutlu olamayacağımızı anlıyorduk. Her mutluluğun yanında onun kıymetini anlamak için bir acı, bir zaman ve bir hayal kırıklığı hep olacaktı sanki.
Ayağının altından yeri çekebilirler endişesine rağmen yürümekten vazgeçmeme üzerine kuruyorduk artık hayatlarımızı. Adım atmaktan deli gibi korkarken bazen, kendimize tekrarlıyorduk, “bastığın yerin sağlam olduğunu anlamak için ayağını basmaktan başka çaren yok” diye.. Hayat, elimizden kayıp giden zaman, bizi olduğumuz yerde durduramıyordu..
Korkmamak çok zordu, hala zor. Babam ikinci kez seslenmemişti filmi izleyelim diye.. Bilmiyordum o zamanlar ama aslında kimse tekrar tekrar seslenmeyecekti, seslenmezdi. İçindeki sesleri dinlemek önemliydi her zaman. Kırgınlık, kızgınlık, bize örülen duvarlar, aşamadığımız duvarlar, hatta bunların sonunda kendi kendimize ördüğümüz, örmek zorunda kaldığımız duvarlar.. İçinden gelen sesleri susturduğunda duvarlar büyüyordu. İçinden gelen sesleri dinlediğinde, sevgin duvarı aşamasa bile seni sen yapıyordu. Duvara çarpsa bile, var olmayı deniyordu sevgi. Sen, seni sen yapan her şeyin peşinden gittiğinde gerçekten sen olabiliyordun.
Hayat, hep ince çizgilerle dolu. Gururunu bir kenara bırakmakla haysiyetsiz olmak arasındaki ince çizgi gibi… Patavatsızlıkla dobralık, sadelikle basitlik, olgunlukla kaşarlık, cahillikle çocukluk, hakkını savunmakla şikayet etmek, kendine değer vermekle bencillik arasındaki ince çizgiler gibi… Nerede durduğunu sen belirliyorsun, bir başkasının algısı değil.. Akıllı olan, senden olan, durduğun yeri görür, olamayan göremez.
Belki de en sık yaptığımız hata, kendimize göremeyecek olanların gözlerinden bakmaya çalışmamızdır… Adım atarken bacağımızı tutan şey budur belki.
—
İlkokuldayken fındık verirlerdi paketlerde herkese, her çocuk normal olarak açıp yemeye başlardı. Ben annem fındıklı kurabiye yaparken üzerine serpsin diye eve getirirdim. Eve bir şey getiriyor olmak, 9-10 yaşlarında bir çocuk olarak tuhaf bir şekilde mutlu ederdi. Kendi fındığımı anneme vererek kendi çapımda büyük fedakarlık yapıyordum. ‘Kendi çapımda’.. 🙂 Annem sevmediğim için eve getirdiğimi sanıyor olmalıydı..
Annemin alışveriş yaparken “Bunun bir boy büyüğünü alalım, seneye de giyer” dediği, benim zaten oyuncak bir bebeğim olduğu için, vitrinlerdeki diğer barbie bebeklere bakmakla yetindiğim zamanlardı.. İyinin iyisi hep vardı, biz eksik kalmadan ama olana da kanaat ederek büyüyorduk. Şimdi geriye dönüp baktığımda ‘elindekinin kıymetini bilmek’, insanın sadece sonradan öğrendiği bir şey değil, kendinden, ailesinden de getirdiği bir şey.. Bazen bir dükkana girdiğinde tam aradığını bulursun, ötesini aramazsın, iyi şeylerin kolay bulunmadığını da bildiğin için. Ya da bir dükkana girdiğinde aradığını bulsan da, bırakır, yoluna diğer dükkanlarla devam edersin.. Ne de olsa bir sürü vardır önündeki yolda.. Arayıp tararsın ama o ilk dükkandaki gibi değildir bir şeyler. Sonradan dönüp geldiğinde onu orada tekrar bulur musun belli değildir.. Kumar gibidir bazen hayat, dükkanda bulduğun o şey yerinde insan olduğunda.. Elindekinin kıymetini bildiğinde, her zaman galipsin, bilemediğinde hep yenik.. Kıymetin bilinmediğinde de, içinden çıkamadığın bir savaşın hem galibi hem yeniğisin.
Annem uzun zamandır fındıklı kurabiye yapmıyor… Düşündüm de en güzeli paket paket fındıklarla kapısını çalmak belki de.. 🙂
Yazar: Nihal Yuvacan