Öğrenilmiş çaresizlikten istifa edenlere :)
Çalıştığım dergiden istifa ettiğim günler… Bu alanda ilk ben değilim, son da olmayacağım. Ancak süreçten yola çıkarak geriye doğru gidip bazı tespitlerimi paylaşmak istiyorum sizinle. Her işinden ayrılıp ayrılmama kararıyla yüzleşen, kendi muhasebesini yapmış, bu karara kolayca ulaşmamış insanın karşısına her seferinde benzer yorumlar geliyor. Bu kararı alan insan önce ciddi bir dirençle karşılaşıyor. İlk sorulan şey, tabii ki “İyi düşündün mü, emin misin?”
Türkiye şartlarında tabii ki kendi isteğiyle yolunu değiştirmek riskli. Bu yüzden o insanın kendisi bile bu karara kolay varmamışken, etrafındaki insanların sorgulaması kadar doğal bir şey yok. Özellikle dostları tenzih ederek anlatıyorum. Çünkü sizi seven ve önemseyen insanlar öfkeyle kalkıp yanlış bir karar vermenizi engellemek için adeta önünüze siper olurlar. Çaresizce ’emin misin’ sorusunun altında bu özünde sevgi yatan düşünce vardır. O yüzden kızmadan bu konuda çok düşündüğümü ve vardığım sonucun bu olduğunu anlatırım. Ancak anlatacaklarım, bu doğal sürecin dışında olduğuna inandığım ve gittikçe çevremizde yayılan bir konu: ‘Öğrenilmiş çaresizlik’
Bu fotoğrafı gördüğümde bütün biriktirdiklerim özetleniyor gibiydi. Öğrenilmiş çaresizlikle ilgili yazılan metinlerde şöyle der: “Önce inancınızı elinizden alıyorlar. Sonra sizi, durumunuzu değiştirmeye gücünüz olmadığına ikna ediyorlar.” Doğruydu. Dikkat edin, çevrenizdeki pek çok kişi, size bilinçli veya bilinçsizce bu mesajı veriyor. Sizin hikayenizin, yeteneklerinizin, çabanızın, çevrenizin hiçbir önemi yok: Her yer kötü, ne yapacaksın kardeş, durumunu beyninize kazımaya çalışıyorlar… Piyasa kötü, her yer kötü, her müdür kötü, her iş kötü… İnsanlar bu sloganlara kendini kaptırıp yerlerine çakıldıkça, kimsenin bir yere gidemeyeceğini anlayan yönetimler arsızlaşıyor, rahatlıyor, istediği ücreti, istediği pervasızlıkla teklif edebiliyor, nasıl olsa gidebilecek fazla yer yok mantığıyla, süreci tatsızlaştıran bir kısır döngü, bir tuhaf sömürü düzeni başlıyor… Bu tabloda insanların yorumlarına daha yakından bakalım,
Mesela,
1- “Başka yerde de başka sıkıntı, ne yapacaksın, başka yer çok mu farklı?”
Gerçekte vermek istediğim cevap: “Her yer kötü diye sevineyim mi mesela? Evet sen de ne güzel aynı şekilde sıkılıyosun diye katlanma gücü mü bulayım? Hep beraber ağlaşalım arada böyle, ne kadar harika. Ama yalnız değilim diye mutlu olayım, rahatlıyım. Sen de benim gibi sıkılıyorsun diye çaresizce bir çare bulamayacağımı düşüneyim. ‘Çünkü sen de başka yol bulamadın, öteki de bulamadı, e normal olarak ben de bulamam.’ İş çıkışı içelim hatta en iyisi biz. Oh ne güzel dünya.
2- Her yerde bir manyak var amannn!
Değil mi? Evet tabii ki var. Ama hiç düşündün mü, belki benim manyağım seninkini dövüyodur:) Olamaz mı? Manyaklar da çeşit çeşit, onu ne yapacağız?
3- Oooo iyi cesaret, hahaha :))
Bu tavırdakiler, en tehlikeli tipler. Çünkü kendinin yapamayıp yapmak istediğini sen yapıyorsun. Riski göze alıp, farklı bir yol deniyorsun. Bunları bütün soru işaretlerine ve kaygılarına rağmen yapıyorsun. O da izliyor. E anca izleyince cesaretinle dalga geçerek rahatlıyor. Alt metinde, -işin zor bebeğim- durumu var.
4- “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın, sen de ne yaparsan yap”
Bu kafadaki arkadaşlar, muhtemelen sizle aynı ekipte olup aynı sıkıntıları yaşadıkları halde, yokmuş gibi davranmak suretiyle köşelerine ‘sinenlerdir’. Öyle ki başkaları onları savunduğunda dahi gıklarını çıkaramazlar. Sinerek başetmeyi seçmişlerdir. Başka yere geçmek gibi bir alternatiflerinin olamayacağının farkındadırlar, kendi kapasitelerinin de. Bu yüzden sen yakındıkça sana hak vermek, kendilerinin başındaki durumu da kabullenmek anlamına geleceğinden, tercihleri seni çok doğrulamak olmaz.. İşlerine çok gelmez bu kısacası. Önce gözlerini kocaman şaşkın şaşkın açmak suretiyle sessiz sessiz bakarlar. Biz buna halk arasında mel mel, ya da belerte belerte deriz. Sonra da ‘yani sen bilirsin, tabii mutsuzsan haklısın’ gibi tamamen orta yollu cevaplar verirler. Genellikle elleri senin omuzlarında olmaz.. Taa ki kendilerinin başına aynı şey gelene kadar… Bu arkadaşlar genelde ezilmeye mahkumdur ve aslına bakarsanız artık bence hakediyorlardır da. Bile bile kendini ezdirip bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyenlerin sonu, o yılanın gün gelip kendileri için en zararlı hale gelmesidir. Yaşayarak görmeleri en makbul olanıdır, kendi hallerine bırakmak en doğrusudur.
5- Bir şeyler yakalasak da orada burada konuşsak?
Şimdi bu şakşakçı veya işi olmayan arkadaşlar da, işleri olmadığından veya işlerini adam gibi yapamadıklarından mütevellit orda burda dolanır, ileri geri konuşurlar. Ne yazdı, ne yaptı, kime ne söyledi, neler oluyor, kim nerden neden çıktı… neyi nasıl öğrenebiliriz, kime ne satabilir, kime nasıl yaranabilir, bunu kendi lehimize nasıl çevirebilir, arkadan ne işler çevirebiliriz diyenlerdir… Bunlar, değersiz insanlar olarak öyle aramızda dolanırlar.
Bunları biraz da komiklik olsun diye yazdığımı tahmin ediyorsunuz. Aslında özetlemek istediğim, herkesin hikayesi, onu oraya getiren olaylar dizisi, yaşanmışları, izleri farklıdır. Kimseyi kimseyle kıyaslamak, başka kötü örnekleri önüne getirerek mutlu etmeye çalışmak yersizdir. Başkalarının mutsuzluklarından geçinen bir insan değilseniz, zaten rahatlamayacaksınızdır.
İnsanlar, bu dönemde klişelere öyle boğulmuşlar ki, kimse kimsenin gerçek hikayesini dinlemek istemiyor. Anlatmak istediğim bu.
Emek veriyorsanız, üretebiliyorsanız, sabrınız varsa, önünüze er ya da geç kapılar açılıyor. Hemen olmasını bekleyecek kadar iddialı olmanıza gerek yok. İnançlı olup, emek vermeye gönüllü olmakla ilgili. Hiçbir şey, ruhunuzu daraltan, yaşamınızı yavaş yavaş kemiren bir ortama kendinizi adamanız için yeterli bir gerekçe değil. Eğer makul ölçüde ve sonuna kadar sabrettiniz, şans verdiniz, dayandınız ve sonuç değişmediyse sakın kendinizi benim tabirimle bir tabuta hapsetmeyin. Emin olun, siz yarattıkça, ürettikçe, yeni yollar aradıkça er veya geç bir yol bulacaksınız. Çaresiz değiliz bunu anlatmaya çalışıyorum.
Neyi istemediğinizi çok iyi biliyorsanız, ne istediğinize giden yolu seçme şansınız artar. İnsanın ne istemediğini çok iyi bilmesi de güzeldir. O yüzden kendinize acıyın ve bir şans verin. Çünkü bir ruhunuz, bir kalbiniz var, egolarının çevresinde dönüp duran insanların elinde emeğinizi çarçur edemeyecek, canınızı sıkamayacak kadar kıymetlisiniz.
Daha önce yaratmak ve üretmenin eğlenceli olduğuyla ilgili yazmıştım.. Bence insanı herhangi bir işi yaparken elinden bu ikisini alıp onu makineleştirdiğinizde, o insanın en önemli iki yanını öldürmüş olursunuz. Ayrıca evinde, arkadaşınla, eşinle, dostunla da üretebilmelisin. Adı sevgi olur, verdiğin ya da aldığın yeni bir fikir olur, onun için açtığın ya da senin için açılan bir kapı olur.. Birine göremediği bir şeyi göstermek de üretmektir. Onun için sevdiği bir yemeği hazırlamak da bazen. Bir şeyler yaratmayı kalbine koymamış herkes, makineleşmeye ve sıradanlığa mahkum.
Dağları yaratamayız belki ama denizin üzerindeki pırıltı olmak da güzel bence.
Yazar: Nihal Yuvacan