Nehrin gerçek kıyısından
Zamanla savaş, bir odada gözlerin bağlanmış, saldırının nereden geleceğini bilmeden elindeki bıçağı bir sağa, bir sola savurmak gibi. Boş, acınası, zavallı bir çaba. Yer ve gök, evinin duvarları, yastığın, aynaların, bir vapurun puslu camı, deniz, arada bir uğradığın bakkal, varsa arada bir yüzünü gören dostunun şahit olabildiği acınla savaşmak kadar beyhude bir çaba.
Çaresizlik, boyunu geçen bir acıda boy vermeye çalışmak gibi. Belki de henüz acının kıyısında gezinenlere bir tür bilgelikle ‘boyumu geçiyor benim, buraya kimse gelmesin’ demek. Zaman çaresizce boyumu geçiyor. Zaman şimdi benden çok büyük. Kaybedecek bir şeyi olmayanlar için zamanın bir önemi var mı ya da yeni bir yılın?
– o –
Hayat, bir kenarında yaşadığının içini doldurmaya çalışanların, diğer tarafında içini dolduramadığı bir yaşamı sürekli paylaşanların yaşadığı bir nehir gibi. Sahte bir mutlulukla kendini ve herkesi kandırarak yaşamaya alışanlar ve gerçek bir mutsuzlukla yaşarken ortalıkta dolanmamayı tercih edenler. Ben ortalıkta dolanmamayı seçen tarafta, diğer tarafı acı bir gülümsemeyle izliyorum uzun zamandır. Yaşamını ‘onaylanma’ zaafı üzerine kuranların mutlu gösterme şovu, benim için her zamankinden daha yorucu. Ama benim nehrin diğer ucuna doğru yalandan bir zafer işareti yapmaya bile halim yok. Sadece kelimelerim var, onları da cebimden her zaman çıkaramıyorum.
– o –
‘Gerçek, ona inanmaktan vazgeçtiğinizde bile kaybolmayan şeydir’ der Philip Kindred Dick. Ben sizin hangi uydurduğunuz yalana inanmayı seçerek yaşamaya çalıştığınızı bilemem ama ne yaparsanız yapın, gerçek orda öylece durur. Gerçek uyumaz ve ölmez. Başınızı koyduğunuz yastıkta, görmezden geldiğiniz bir yazıda, görüp unutmaya çalıştığınız bir rüyadadır. Bazı hayalleriniz, sadece bu yüzden gerçeğinizdir.
– o –
Kişisel gelişim kitaplarından evrene gönderilen uyduruk bir mesaj gibi hissediyorum bazen, kaybolmuş. Bir de SarZ kelimesindeki gereksiz yere yanlis yazılan Z gibi hissediyorum. Bir Zeynep’in baş harfi olabilecekken ait olmadığı yere birileri tarafından yapıştırılan bir son harf. Şu an oturduğum Starbucks’ta yılbaşı şarkıları çalıyor. Pırıltılarla süslemişler. Her harf kıpırdıyor, Z’ye birşey olmuyor. Z susuyor, SarZ bile olamıyor.
– o –
Bir vapurun arkasına dadanan umutlu martılar veya balıkçı masalarının etrafında dolanan inatçı kediler gibi hayatımın etrafında dolaşıyor, içeri giremiyorum. Küçükken herkesin görmediği bir kafeste hüzün taşıyan çocuklar, büyüdüklerinde o kafesi salarlar. Kendileri kafese girdikleri anda ise hüzün her yanı yeterince sarmış olur çoktan. Bazen hepimiz üzerimize kilitlediğimiz kafesi birinin gelip açmasını bekliyor, o gün geldiğindeyse kafesin güvenli ve tanıdık alanından çıkmaya cesaretsiz oluyorduk. Bile bile ölüyorduk. Bir martı ve kedinin özgürlüğünün etrafında bir martı ve kedi gibi dolanıyor, içeri giremiyorduk.
– o –
Bir sabah uyanırsın ve havada oksijen kalmamıştır. H20’daki 2’de artık 1’dir. O gün hayat bir yabancıdır. Ağır çekimde izlediğin her şeyin içinde yürüyen bir alev gibi olduğun halde görünmüyor gibisindir. Derin acılar dilsizdir. Nereye gidersen oraya getirdiğin ağır bir taş gibi dilsiz ve ağır. Hayatının ilk yarısında farkında olmadan arayıp bulduğun şeyi, kalan yarısında unutmaya çalışmak kadar ağır. Kendi kalbine dürüst olmayan birinin başka birinin kalbini taşımayı beceremeyeceği gerçeği kadar ağır.
– o –
Her gün yüzlerce kez öldüğün bir hayatta yaşıyormuş gibi davranmak, bitmeyecek bir bedeli ödemek gibi. Hayat devam etmiyor bazen. Kendini insan bazen sadece çekiştirip duruyor.Ateş, içindeki tüm organları kül edene kadar yakarken tenine geldiğinde duruyormuş gibi. Öyle bir ateş ki, ona benzetmeye calıştığım her şey daha yazarken yanıyor ve küllerin üzerine yeni kelimeler koyuyorum. Kelimelerim bu yüzden her zamankinden tozlu.
Yazar: Nihal Yuvacan