Kaybetmenin gerçek hikayesi
Çocukken bisikleti olanlar ve olmayanlar olarak ikiye ayrılırdık. Kazananlar ve kaybedenler olarak ikiye ayrılmanın sağlam bir kriteridir bisiklet.
Ailelerinin caddede araba çarpar diye sakındığı için satın aldırmadığı bisikletin hayalini merdiven boşluğuna kaldıran apartman çocukları vardır.
Tıpkı uçurtma uçurmayı bilmeyen, gökyüzüne uzak çocukların var olduğu gibi. Bir kere elinden kaçtığında hep kaçırdığın bir şeydir bu uçurtma da. Kaybetmeyi öğrenmenin en saf hali.
En sevdiklerini doğuştan kaybetmiş, hayata herkesten geride başlayıp kendini yoktan var etmiş, geleceğin kahraman ruhlu çocuklarının hayatındaki derin kayıplardan daha sıradan görünse de bu kaybedişler, yine de çocukluğun eksi hanesine bize görünmeden yazılır.
Yüzmeyi çocukken öğrenmedin mi? 45 yaşında da öğrenebilirsin. Kazanmanın kutsanmış bir zamanı yoktur yaşadıkça. Ama denizi kaybetmekten korkarak yaşayamazsın. Denize sahip olmaya çalışmazsın ve onu bir gün kaybedebileceğini bilirsin. Bu yüzden ilk fırsatta tekrar gidersin yanına. Büyümek budur.
Hiç kaybetmeyeceğini sanıp umarsızca harcadığın, hiç ettiğin her şey, sana tek bir şeyi gösterir: Kaybetmek, bu dünya üzerinde herhangi bir şeyin aslını, özünü, ruhunu kaybetmektir. Kendi ruhunu kendi bedeninde tutar ama gerçekten yaşamazsın. Bir insanın bedenini yanında tutabilir, yine de onun ruhuna ulaşamazsın. Yazma ruhunu kaybedersen en güzel hikayelere sahip olsan dahi onları yazamaz, okuma ruhunu kaybedersen evini boydan boya kütüphaneyle donatmış olsan beynini başka şeylerle uyuşturup durursun. Herhangi bir şeyin ruhunu kaybetmek, onu sonsuza kadar kaybetmektir.
Kaybetmek, ruhun ve bedenin farklı yerlerde gezindiği araflarda beslenen bir böcektir. Öldürmek üzere peşine düştüğün ve yatağın altına girdikten sonra orada kendi kendine kalp krizi geçireceğini varsaymakla kendini kandırdığın bir böcek.
Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı’nda bence gerçek kaybedişi şu cümleyle özetler: “Çünkü, gördüğüm şeylerin boyundayım ben, kendi boyumda değil.”
Yazar: Nihal Yuvacan