Amy: “Bana bir özür ve bir hayat borçlusun”
Amy belgeselini, uzun bir zamandan sonra izledim. Bunu yapmak isteyenler için tavsiyem, özellikle filmin başında sıkça verilen amatör çekimlerin kalitesizliğine takılıp gerisiyle ilgili önyargılı olmamaları. Filmin özellikle ikinci yarısına geçtiğinizde, hikayesi sizi beklemediğiniz şekilde kalbinizden yakalıyor.
“Bana bir özür ve bir hayat borçlusun” dedi Blake’e, ölümü sonrası hazırlanan bu belgeselin sonlarına doğru bir yerlerde Amy.
Kocaman, bal renkli gözlerindeki ışık donmuş, şarkı söylerken kendine gelmek için yüzünü tokatlamaya başlamıştı bunu söylediği sıralarda. Dünyada ondan geriye kalan en gerçek şey, ağzını açar açmaz dünyaya ışık hızıyla yol alarak büyüyen sesiydi. Nefes alan ama yaşamayan bir kadın olmuştu ölüme doğru giderken.
Aşk için ölünen sıradan bir hikaye değil
Filmin başında gözlerinden ateş çıkan genç kızın bir gün tek derdi gözlerini insanlardan kaçırmak olmuştu.
Ona zarar veren ve ölümün eşiğine getiren bir adama çaresizce aşık olmuş Amy… Onu eroin ve kokaine alıştıran, girdiği ilk komalı krizde, hastane odasında ona acımadan yeniden uyuşturucu zerketmiş bir adam olan Blake’e. Amy’nin ölümü de, kurtulamadığı bu uyuşturucu yerine alkolü koymayı denemesi ve bedeninin bunu zaman içinde kaldıramaması yüzünden olmuştu.
Bu, aşk için ölünen, sıradan, saçma bir hikaye değildi. Zayıf bir kadınla şeytani bir adamın hikayesinden ibaret değildi. Hiçbir son, birikmemiş hiçbir acıdan çıkamazdı. İnsanı sona getiren o şeyler neyse, onu görmek, hissetmek istedim izlerken.
Babasını çocukken hiç görmemiş, babası dışarıda başka bir yaşam kurmuş ve eve hiç uğramamış. Bunun acısını ve yokluğunu derinden yaşamış Amy. Blake bir gün, ‘Amy’ye neden bu kadar çok erkekle beraber oluyosun’ dediğinde, altından bu travma çıkacakmış… Hiç yakınlaşamadığı erkek figürünü, her dokunduğu adamda aramış muhtemelen, daha çok dokunmuş, daha çok aramış, daha çok dokunmuş, daha çok aramış, bulamamış. Sonraki yıllarda, rehabilitasyon merkezinde babasına sarılışını gördüğünüzde kin yerine delicesine bir özlem koyduğunu anlıyorsunuz…
Dış ses anlatıyor, ‘Tüm itirazlarına rağmen, babası ne derse onu yapıyordu, küçük bir çocuk gibiydi’.
Annesi her şeye evet diyen, kısıtlamayan, onu durdurmayan, tam anlamıyla ‘kayıtsız’ bi anneymiş. Annesine bir gün onun ileride bünyesini daha da zayıf hale getirecek blumia rahatsızlığının alarmını vermesi gereken o cümleyi söylemiş 13 yaşında. “Anne, bir diyet modeli buldum, her şeyi yiyorsun ama sonra hepsini çıkarıp hiç kilo almıyorsun!”… Annesi dinleyip geçmiş. Her şeyi dinleyip geçmeye alıştığı gibi. Yalnız bir çocuk olmuş Amy, ama hep gülmüş.
Genç bir bedende yaşlı bir ruh
Ben film boyunca, Amy’nin her şeye rağmen kendi mutluluğu için herkese kafa tutmasını sevdim. Işıltılı gözlerini ve beraber sürekli gülebileceğim biriymiş gibi gerçekliğini. Çok ünlü olup bu kadar ünlü olamayan bir kadın oluşunu. Aşık olduğunda epeyce saçmalamasını, belki kendimle bir ortak nokta yakaladığım çocuk-kadın ruhunu.
Onun yazdığı ilk şarkıları dinleyen bir şirket sahibi “genç bi bedende yaşayan yaşlı bir insan” olarak anlatmış onu… Şöhretinin en başında, “Ünlü olursam, bunu kaldıramam, çıldırırım, yaşayamam heralde” derken Amy, aslında bir gün bunu kaldıramayacağını, kimseye güvenemeyeceğini en başından biliyormuş. Sadece işlerin bu kadar iyi gidip bu kadar konuşulacağını tahmin edememiş.
Birkaç kırık hikaye ve ona annesinden daha çok annelik yapan anneannesinin ölümüyle dibe doğru kaymaya başlamış Amy.
Ve Back to black!
Blake’le bir gece klubünde tanışıp geceyi beraber geçirmişler. Blake’in de Amy’nin de hayatında o sıralarda başkaları varmış. Sonra bir şey olmuş işte: Aşk.
Acı veren bir aşk olmuş. Benzer travmaları onları birbirine yakınlaştırırken, aslında birbirlerinin yaralarını farketmeden büyütmüşler. Blake, kendi vücuduna acı vermekten hoşlanan, aşık oldukça karşısındakine zarar veren bi adammış. En etkilendiğim karelerden birini anlatmalıyım… Gazeteciler bu ikiliyi bir yerden çıkarken görüntülüyor, elleri, ayakları, kolları kan içinde. Nedeni, Blake’in aldığı uyuşturucuların etkisiyle kolunu kesmesi, Amy’nin de bunun aynısını yapması…
Amy, aşkı filmin başka bir yerinde şöyle tanımlıyor: “Onunla aynı şeyi hissetmeliydim, onun hissettiği şeyi hissetmeliydim, ancak bu şekilde aynı boyutta olabilirdik”.. Bundan etkilenmiştim.. Aşk çünkü bi başkasında erimek ve kaybolmaktı, geriye senden başka bir şey kalmamasıydı. Ve Amy, aşktan daha da hastalıklı bişeye kapılmıştı.
Bir gün, Blake sevgilisine geri döner ve Amy’ye veda eder… Back to Black sadece 3 saatte ortaya çıkacaktır.
“We only said good bye with words
I died a hundred times
You go back to her
And I go back to black”
Ve tabii ki Love is a losing game.
Sona doğru..
Blake’le yıllar sonra biraraya gelip evlenmeleri, sonun başlangıcı.. Zaten ot ve alkolle arası iyi olan Amy’nin kokain ve eroinle ilk kez tanışması, sonuçsuz rehabilitasyon süreçleri, komalar ve artık şarkı yazamayacak hale gelmesinin ardından Blake’in bir suçtan hapse atılması…
Ödül gecelerini gösteriyorlar arada… Bir yandan ödüller ve paralar içinde mutsuzluktan ölen bir kadın.
Amy mutsuzluktan, kötü bir aile travmasından, sevilmeyişin verdiği daha çok sevilme isteğinden, yanlış bir adama aşık olmaktan, kendinden büyük hayallerinin bir gün gerçek olmasından ölmüş. Aşık olduğu kadar sevilmemiş, tutunmaya sesi de alkol de dostları da yetmemiş.
Yazar: Nihal Yuvacan