Adam ve şehir
Puslu şehri bomboş gözlerle izlerken düşünüyordu.
İşler ters gitmişti belli ki. Cebinde kalan son para, bölünerek çoğalamayacağından artık emindi. Külünden yeniden yaktığı sigarasından bir dumanı ciğerlerine çekip, şehrin bitmek bilmeyen dumanına ekleyivermişti. Şehrin yalnızlığına ‘bir yalnızlık da benden olsun’ der gibi, yalnızlığını ısmarlayıvermişti. Büyük şehir, her ne kadar bedelsiz yalnızlıklarla ilgilenmese de, adamın elinde ona verebileceği tek şey buydu.
Küskündü. İşyerindeki o ukala adama haddini bildirirdi de aslında, ‘neyseydi’, ‘aldırma’ydı, ‘zaman’dı adını koyduğu geçiştirilmiş güzel yalanın adı. Bitmek bilmeyen günün son saatlerinde kapıdan çıkar çıkmaz sigarasını yakmış, hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı. Bir planı yoktu, sadece sigarasını tüttürerek uzaklaşmak iyi gelmişti belki de. Plansızlığın özenilesi bir özgürlükten değil, su katılmamış bir yönsüzlükten geldiğini çok iyi biliyordu.
O kadın yine aramamıştı belki. O kalbinde hep en güzel haliyle dolaşıp duran kadının onu hiçbir zaman sevmediğini düşünüp ruhunu hırpaladığı bir kırık gün daha, kırıklığının yen içinde kaldığı bir sessizlikte erimişti. Gün bitecek, ertesi gün doğduğunda o kadın onu yine sevmeyecekti. Ertesi gün yine ve yine sevmeyecek, adam bunu kalbinin en derininde hep anlayacaktı. Fütursuzca vazgeçilmenin en dipsiz sınırlarını biliyordu artık, var olmamasının o pek dayanılır hafifliğini. Kendini daha fazla kandıramayacak kadar büyümüş olmak ne zordu. Üstelik onun plansızlığına inat, şehrin cevapsız soruları olanlar için hazırladığı bir karanlık B planı hep vardı. Puslu şehre bakarken aslında havanın kararmasını gerçekten istemiyordu. Üstelik hava da bozuyordu, acaba adam bunları mı düşünüyordu?
Çok yorgundu. Bir kuş kanadının rüzgarda ağır ağır, savrula savrula düşmesi gibi düşüyordu gecenin içine. Ama gece onu sırtından tutmuyordu.
Neyi ıskalamış, neden diye sormaya korktuğu hangi ‘neden’le başetmeye çalışıyordu?
O küskün, sırtını dönmüş adamdan kaç tanesi gerçek bizdik?
Yazar: Nihal Yuvacan