‘Rüzgara bırak kendini’
Genç kadın gözlerini açtı, güneş bütün gücüyle yeryüzünden çok onun yüzüne odaklanmıştı sanki aydınlatmak için.. ‘Hadi uyan artık’ der gibi yüzüne vurdu.. Işık kadının gözlerini öyle çok aldı ki onları ancak yarısına kadar açabildi.. O ufak aralıktan anahtar deliğinden bakar gibi denizin yanıp sönen pırıltılarını gördü, kısacık bir selamlaşmadan sonra kadın tekrar kapadı gözlerini.. Bir süre öylece kalmak istedi.
Mevsim bahara yakındı, sabah serininde yüzüne vuran tatlı sıcaklıkla ısınmıştı.. Güneş, acısıyla soğutmaya bıraktığı yüreğini de ısıtsın biraz istedi, ne kadar zaman orada öylece dursa ısıtabilirdi bilmiyordu ama hiçbir şey düşünmeden denizin seslerini dinlemeye koyuldu. Dalga sesleri sakin sakin kıyıya vururken öyle tatlı bir ses çıkarıyordu ki.. Sanki yaşayan her şey duruyordu da birbiri ardından gelen dalga sesleri, ona hayatın sürekliliğini anlatmaya çalışıyordu.. Dalgalar fısıldıyordu: “Bak rüzgara, çaresizce kıyıya sürüklüyor bizi, usulca kıyıya çarpılıyoruz. Çekilip çekilip yeniden kıyıda buluyoruz kendimizi.. Ama bak hala denizdeyiz. Aslında dalga da deniz de biziz. Biz olmasaydık deniz, deniz olur muydu? Denizin sesini duyabilir miydin? Sen de kendi dalgalarından korkma, dalgalarınla sen, sen olabilirsin. Sen de dalgaların senin kıyılarına vurmadan kendi sesini duyabilir miydin? O zaman kalk hadi. Bırak kendini rüzgarına.”
Böyle sesleniyordu kıyıya vuran her dalga. Genç kadın, dinliyordu. Zira, öyle çok şey konuşmuştu ki, iyi gelen tek şey artık sessiz kalmaktı.. Sanki uzun bir süre sussa ve onu kimse duymasa da önemli değildi, ne de olsa deniz bütün yüceliği, maviliği ve derinliğiyle bekleyen, onu izleyen çok eski bir dost gibiydi. Anlatmasan da gözlerinden her şeyini anlayan çok eski bir dost gibi.
Belki birkaç saat geçmiş miydi bilinmez, gün öğleye doğru ilerlerken gözlerini açtı martı sesleriyle. Yerinden doğruldu, üzerinde denizin renginden turkuaz ama eskimiş ince bir elbisenin üzerine bol gelen, elden düşme hırkasıyla sardı vücudunu. Mis gibi denizin, kumun kokusunu çekti içine. Göğe baktı, hep yapmaya alıştığı gibi bulutların şekillerini inceleyip onları bir şeylere benzetti. Sonra gülmek geldi içinden.. Kendini güldürebilmeye öyle alışık biriydi ki, bir bulutu benzettiği koca bir fil bir anda yüzüne tebessümü kondurdu. Sanki o fil burnuyla başka bir bulutu sarmış, onu iştahla yemeye hazırlanıyor gibiydi. Hiç büyümeyecek, çocuksu yanlarıyla izlerken gökyüzünü, yorgun gözleri bir martıya takıldı. Martı rüzgara direne direne ona karşı uçmaya çalışıyordu.
Rüzgar öyle sert biçimde martının üzerine geliyordu ki, kanatlarını sürekli çırpsa da martının gücü ilerlemeye yetmiyordu. Martı, bir süre böyle mücadele etti sonra bıraktı kendini.. Kanat çırpmayı bırakır bırakmaz rüzgar onu yukarıya kaldırdı, martı öyle güzel süzüldü ki bu kez, hiç kanatlarını çırpmadan.. Bazen inatlaşmadan, rüzgarın varlığını kabul ettiğinde, kendini biraz da ona bırakmayı seçtiğinde yol alabilirdi insan. Düşündü.. Tıpkı dalgalar gibi martı da ona ‘kendini rüzgara bırak, korkma’ demeye mi çalışıyordu?
Genç kadın, ayağa kalktı, yürüdü biraz.. Denize, dalgalara, martılara baktı, gözlerini kapayıp rüzgarı hissetti.. Sessizce dertleştiği, dilsiz dilleriyle onunla orada konuşan her şeye tek tek teşekkür etti..
Denize bakmak, onu anlamak budur. Ben böyle denizine yürüyerek varabildiğim, pantolonumun paçalarını sıyırıp denize sokabildiğim, sonra yine evime yürüyerek varabildiğim küçük bir yerde büyüdüm. Bugün yanına varmak için kilometreler harcayıp bazen de gökdelenlerin 40’ncı katından manzarasına bakmakla yetindiğim deniz, benim çocukluğumun denizi değil. Ama ne var ki ne kadar yaş alsam da ben aynı çocuğum.
O çocuk ve o genç kadın olarak, bugün küçük bir memleket hayal ediyorum. Deniz kenarına yürüyerek gidebildiğim o memlekette güzel bir sabah kahvaltısıyla başlayan günümü akşam bahçeye kendi ellerimle kurduğum şenlikli bir masada sonlandırdığımı.. En çok sevdiklerimle o sofrada neye sahipsek paylaşarak, iyiden kötüden, neşelerden hüzünlerden konuşmak.. konu konuyu açarken saatin farkına bile varmamak…
O küçük ama huzurlu kalabalıkta, belki bir Ege türküsüne eşlik etmek, sevdiğim adamın koluna girerek.. Kahkahaların sakin sokakları çınlatması.. Daralınca gece kumlara uzanarak büyük binaların kapamadığı koca gökyüzünü, yıldızları izlemek.. Arada sıkılınca hep beraber bir arabaya doluşup şehre uğramak, sevdiğimiz yerlere gitmek..
Çalışmak.. Terleyerek, canını dişine takarak ama kendini ezdirmeden, başkasına eğilmeden, yalandan dolandan gülümsemeler, konuşmalar olmadan.. Alnının teriyle kazandığın parayla bu hayatı biraz daha iyileştirmek, belki çok değil.. Sofrana bir kuble daha farklı bir şey koyacak, o ne zamandır almayı istediğin hediyeyi alacak kadar belki. Kıyafetinden önce yüzüne bakılan bir yerde yaşarken, düşünebileceğin en fazla şey, bugün kimseye muhtaç olmadan, yarın geleceğinden umutlu olmak için para kazanmak olabilir.. Sonu gelmeyecek beklentileri karşılayarak ve geçici hevesleri birileriyle yarıştırarak gerçek mutluluğa sahip olamayacağını bildiğinden. Denizi deniz gibi, sohbeti sohbet gibi, geceyi gece gibi, ömrü ömür gibi yaşamak, ömre ömür katmak değil miydi…
Dalgalar ve martılar, kendi hikayelerini kendi dilleriyle anlatarak, genç kadına “rüzgara bırak kendini, korkma” demeye çalışıyordu.. Biz de kendimizi korkmadan hayallerimize bırakıp kendi hikayemizi dalgalara ve martılara anlatabilsek bu kez..
Çakıl taşlarının, çalıların arasından akarken sonunda kendi denizini bulan nehirler gibiyiz. Yetenek o denizi bulmak sanırız, oysa ki asıl yetenek, kirlenmeden akabilmekti. Çünkü ancak kirlenmeden akabildiğimizde denizle konuşabilir, onun ne anlatmak istediğini anlayabilirdik…
Yazar: Nihal Yuvacan