“Nihal!!!! Nerede kaldın?”
“Nihal!!!! Nerede kaldın, iki saattir seni bekliyoruz burada!!!”
…. diyerek kızan kadın annemdi. Haklıydı. Bir tatil günü, fırına ekmek almaya yolladığı küçük kızı, yolda fırına giden komşu teyzenin kızını görmüş, beraber fırına gitmişler, sonra ekmeğin ucunu tırtıklaya tırtıklaya dolaşmışlardı.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışım. Sadece havanın güneşli olduğunu ve göğüs hizasında tuttuğum ekmeğin burnuma gelen mutlu kokusunu hatırlıyorum.
Henüz ilkokul 2 ya da 3. sınıf olmalıydım, İstanbul’da Yeşilköy’deydik o zamanlar.
Bugün fırının birinin önünden geçerken mis gibi tazecik ekmek kokusu, o kokunun caddede rüzgarla yayılması, beni o an’a geri getirdi. Kokular bence güzel kokmak için değil, aslında anıları hatırlatmak için varlar. Buna zamanların kokuları, insanların ve mekanların kokuları dahil..
Ağır kolonya kokuları vardır bilirsiniz, bana küçükken, yine aynı dönemlerde sakızın birinden çıkan küçük renkli kolonyaları hatırlatır. Arkadaşım onları biriktirirdi, ben en güzel renkli olanı hemen açar sürerdim.. Karışık şeker alırdık, o en güzelini en sona saklardı, bense en güzelinden yemeye başlardım… Güzel şeyleri biriktiren değil, hemen tüketen bir çocuktum. Çocuk dediğin de böyle değil midir, büyüyünce yeterince iyiyi kötüyü biriktirmeyecek miydik ne de olsa.
Sanırım lise dönemiydi, Alanya’dan İstanbul’u ziyarete geldiğimizde bir kere Yeşilköy’deki evimizin önünden geçmiştik.. Babama “Ama bu bahçe neden bu kadar küçük!” diye şaşırarak sordum. Babam, ‘E siz küçüktünüz yavrum’ dedi gülerek. Ben bahçenin bir köşesinde durup ip atladığımızı ve arada bir kocaman bahçeye bakıp heyecanlandığımı hatırlardım. Heyecanlanırdım, çünkü bahçe kocamandı, ve biz sadece iki kişi ip atlıyorduk. Bu demek oluyordu ki, bütün o alan bize aitti ve biz orada bir sürü şey yapabilirdik. (küçükkenki telafuzla büsssüürü şey)
Apartmanımız eskiydi.. Yeşilköy’ün bugün gördüğünüz yeni ve lüks evlerinden biri değildi.. Ama şimdiki çocuklar gibi her şeyin farkında ve sürekli başkalarında olana öykünen çocuklar gibi büyümediğimizden, bu eskiliğin-yeniliğin de farkında değildim. Hatta apartmanımızın hizasındaki başka bir eve, yerin altına inen merdivenlerle gidiliyordu, ve bu satırları okurken gülümseyeceğinden emin olduğum çocukluk arkadaşım Aynur, orada yaşıyordu.. Ona sorsanız, orası da eskiydi ama ben her seferinde define bulacakmış gibi bir hevesle iniyordum merdivenlerinden yerin altına.. Kocaman bir avluya açılıyordu ve orada da oynuyorduk… (Bu arada muhtemelen bizim bahçemiz gibi orası da kocaman değildi:))
Çocuk bakışı, eski-yeni kavramını anlamama engel oluyordu olmasına, ama tabii beni ‘ranza kavramıyla’ tanıştıran arkadaşım Çiğdem’i es geçmemem lazım:) Evlerine gittiğimizde ablasıyla yattıkları ranzanın üst katı ve üzerindeki ‘büsssüürü barbie bebek’ dikkatimi çekmişti. O an merakla her şeyi izlediğimi ama eve dönünce neden bizde aynı şeylerin olmadığını hiç sorgulamadığımı hatırlıyorum. Biz mutluyduk ki, bahçeye inip oyun oynuyorduk, bebeğimiz vardı, ekmeğin ucundan kırıp geziyor, yerin altına inen esrarengiz bahçelerde dolaşıyorduk. Karşılaştırmıyorduk.
Mutsuzluk, ‘karşılaştırmaya’ başladığında ortaya çıkıyordu… Büyüyünce bunu öğrendik. Yaşamları, hayatta elde edilen başarıları, eşleri, çocukları, meslekleri, birbirlerinin hesaplarından sessizce izleyip içten içe kendilerininkiyle kıyaslayıp ‘yenilgi’ hissedince mutluluk oyunları oynayan ve hep başka türlü bir yüz gösteren insanlar çıktı aramızdan…
Herkesin hikayesi farklıydı oysa ki.. Kendi hikayesine fazlaca takılanlar, başkalarının hayatlarına gerçek gözlerle bakamadı. İnsanı giderek yalnızlaştıran, bu ‘içtensizlik’, bazı çocukları kolundan tutup hiçbir zaman gerçekten sahip olamayacakları bahçelere bıraktı.
Bahçelerin hep ama hep daha büyüğü vardı.
Ekmeğin ucunu kemirip kokusuyla gezdikten sonra, annem ‘Nihal!’le başlayan o eşsiz cümleyi (!) söylerken, anlamıştım farketmeden geciktiğimi..
Eve ekmek getirmek, her zaman bu kadar keyifli olmayacaktı, ben de bunu sonraları anlayacaktım 🙂
Yazar: Nihal Yuvacan