Korkunç bir akıllılık molası
İnsanın anne ve babasını veya bir ailesi zaten var olmayanların hayatlarında en sevdiği iki kişiyi arka arkaya, kısa zaman aralığıyla kaybetmesi, insanın artık içinde 2 uç benliği taşıması demek. Yaşı kaç olursa olsun, özellikle baba kaybıyla hem artık herkes canını yakabilirmiş gibi savunmasız bir küçük çocuk olmak, hem de en dibi görme hissiyle kimsenin bir daha canını bu kadar acıtamayacağını bilen bir yaşlı insan olmak demek; iki uç noktada, iki farklı duyguyu aynı anda hissetmek… Sanki günün birinde bir kayayı tepeden bıraktılar. O kaya o günden beri kenarı, kıyısı çarpa çarpa, kırıla döküle düşüyor. Bir yerde duracak, ait olduğu yere oturacak, kimbilir bir gün oturduğu yere güneş vuracak, belki deniz çarpacak diye umut ediyorum umutsuzca.
Kısa zaman aralığıyla onları kaybetmek, ringte yumruk yedikten sonra tam ayakta kalmaya çabalarken karın boşluğuna yediğin son yere düşürücü darbe gibi… Nakavt olduğun o yerde, hayat tüm haşmetiyle tepene dikilmiş, hiç soluk vermeden 10’dan geriye doğru sayıyor. O, öfkeli ve sabırsız bir çocuk gibi kalkmanı beklerken, seni başka başka kayıplarla da tanıştırıp sanki sinsice artık sana acımayı tamamen bıraktığını fısıldıyor.
O ringte yerde yatarken, etrafında sana göz ucuyla bakan insanlar var ve anlatsam inanmayacağın kadar azı, elini gerçekten yattığın yere uzatmaya yakın. Derinleşerek yüzüne doğru eğilip halini anlayan bir yüz, hiçbir şey yapmasa da yanına uzanmaya niyet etmiş bir beden, kaldıramayacağından emin olsa da kolunu uzatıp kendine doğru çekmeyi deneyecek bir gerçeklik arıyorsun. Olmuyor… Sadece göz ucuyla bakanlar, mücadeleni izlemekle yetinenler, bakıp bakıp kendi yollarında yürümeye devam edenler, görüp de görmemezlikten gelenler, ya da ellerini uzatıp da günün birinde kendi hayatlarından cımbızladıkları ulvi gerekçelerle bir anda çekivermelerine mazeret bulanlar ve Behçet Necatigil’in ‘Sevgilerde’ şiirinden fırlamış gibi bundan hiçbir mahçubiyet duymayanlar var. Çünkü tıpkı şiirdeki gibi, ‘vermeye az buldunuz, yahut vakit olmadı’.
Başka bir boyuttan diğerine
Yazar Edgar Allan Poe, ‘Aralarda uzun süren korkunç akıllılık molaları vererek delirdim’ der. Ben henüz ilginç bir biçimde henüz delirmediğim, korkunç bir akıllılık molasında, artık başka bir boyutta yaşadıklarına inandığım veya benim başka bir boyuta geçtiğim yerden diğer boyutta kalan insanlara doğru bakıyorum.
Nakavt olduğun o sahneye geri dönelim… Hayatın beklediği gibi 10’dan doğru değil, tabii ki yapabildiğin kadarıyla 100’den doğru geriye sayıyorsun, bedenin ve ruhun yaralı ama gözlerin bu kez hiç olmadığı kadar açık. Yürüyen herkesi ve her şeyi tüm netliğiyle, tüm gerçekliğiyle, karanlığıyla ve çirkinliğiyle görebiliyorsun. Görmediğini, anlamadığını sanıyorlar. Durumu aymazlıkları öyle zavallı bir hal alıyor ki, fütursuzca kendilerinin asıl anlaşılmayı bekleyen taraf olduğu hissine kapılıveriyorlar. Yani neden o yerden bir zahmet kalkıp sen de onların iş sıkıntılarını, aşk manevralarını, varoluşsal sancılarını, meşguliyetlerini göremedin, anlayış göstermeden bir de üzerine utanmadan merhamet, dostluk, insani duygular filan bekledin öyle değil mi? Sonuçta her gün herkes ailesini, işini kaybediyor, yalnız kalıyor, o oluyor bu oluyor, bunlar nedir ki yani (!)
Tam buraya durumun traji komikliğini anlatan bir emoji düşündüm ama yok, tek tarifi ‘acı gülümseme’.
Covid ile ikiye katlanan ‘canım kendimcilik’
Yaşadığınız travmayı normalleştirip, kendi özelini biricik kılan insanlarla tamamen farklı boyutlara geçtiğimizi anladım anne ve babamı ardı ardına kaybettiğimde. Egoların yoğun çalıştığı bu diğer boyutla ilgili farkettiğim en gerçek şey, özellikle Covid sonrası bencilliğin ikiye katlanması veya tamamen su yüzüne çıkması.
Covid öncesinde bir süredir eleştirdiğim konulardan biri, kişisel gelişimin işinin ehli olmayan kişilerce cılkının çıkarılmasıydı. Kişisel gelişim, yoga, meditasyon veya tasavvufi anlamda başlayan ‘kendine yönelme’ akımı, insanın kendi değerini hatırlamasına, hayatı her yönüyle kabullenişine, kendi kişisel özgürlüklerini ve sınırlarını korumasına, istemediği şeye hayır demesinin gerekliliğine vurgu yaptığı sürece anlamlıyken, konu sadece kendi ekseninde dönen bir hayata kaydı. ‘En değerli benim’in aşırı ya da saptırılmış empozesi, sürekli pozitifte kalma saplantısına dönüştü, o da canım kendimciliği ileri bir noktaya taşıdı. Negatif enerjilerden korunmak için kendi dünyasını her şeyin üzerinde tutan, bunun için karşısındakini ezmek veya yok saymak gerekiyorsa da gözünü kırpmadan yapabilen bir gizli bencilliğe dönüştü. İnsanlar hesapta enerji emicilerden kaçıp hayatını dengeye oturtmak isterken, aşırıya kaçtı ve enerjisini düşüreceğinden endişe duyarak derdi olan dostuyla görüşmekten bile ürker hale geldi. Evi negatif enerjilerden arındırmak için yakılan adaçayını, arkadaşı dert anlatırken burnuna burnuna yakanına tanık olmuşluğum, sevdiğini iddia ettiği arkadaşını yük gibi görüp sosyal medya hesaplarından sebepsiz çıkarananı görmüşlüğüm var. Peki Covid sonrası dönemde bu çiğleşmiş durum nasıl bir hal aldı?
“Kimden alabilirim, kim bana ne verebilir?
Titanik filminde herkesin denize döküldüğü bir batış sahnesi vardır hatırlarsın. Orda insanların bir kısmı hayatta kalabilmek için yüzeye çıkmaya çalışan diğer insanların üzerine basarak su üstünde kalmaya çalışırlar. Kimisi de kendi gibi birilerini bulup birbirine tutunmaya belki… İlk gruptakiler, Covid öncesinde bunu gizli bir şekilde yaparken, şimdi iyi olma ihtiyaçları hayati derecede önem kazandığı için daha göstere göstere yapıyorlar. Başka bir deyişle, onlar için artık vermek yerine ‘almak zamanı’. Temel felsefeleri ise şu, “Kimden alabilirim, kime almak için yönelebilirim? Beni kim besler, kim iyi gelir, kim şu ortamda bir şeyler verir? Kim benden bir şey beklemez ve enerjimi, emeğimi, zamanımı, zaten zorlukla korumaya çalıştığım samimiyetimi vererek kendimi yormama gerek bırakmaz?”
İşte Covid döneminde travma yaşayanların karşılaştıkları temel handikap bu. Teknik olarak bu canım kendimci kesimin sadece bir şeyler alabileceği değil de ne yazık ki bir şeyler de vermesine zemin hazırlayan ‘dertli hal’, daha çok görülüp de görmemezlikten gelinmenizin esas nedeni. Kaybeden dostum, senin için üzgünüm ama Covid’in zaten sarsan psikolojisinde sadece neşe arayıp keyfini pek bozası olmayan insan duyarsızlığı ile tanış. Çünkü Covid gündemi sözümona bir tek onlara uğruyor.
Duyarsızlaşmanın ve empati eksikliğinin geldiği acınası noktanın zaten Covid gündemiyle, herkesin farklı sorunları olmasıyla, onunla bununla alakası yok. Sadece koşullar ne olursa olsun, hayat ne getirirse getirsin, insan olmayı becermek ve becerememekle ilgisi var.
“Ara beni ha, ilk fırsatta görüşelim”
“Konuşmaya hazır olduğunda anlatmak istersen burdayım”, zaman zaman benim de kullandığım ve kontrolü karşı tarafa verdiğim bir destek cümlesidir. Ama genellikle bunu söyleyip ortadan tamamen kaybolmamışımdır. “Ne yaptın, biraz daha toparlayabildin mi, senin için yapabileceğim bir şey var mı?” diye arada yoklamanın zor olduğu, bunun yerine ‘istediğin zaman ara’ diyerek topu güzelce sana paslayıp hayatına devam etmenin daha kolay olduğu günlerdeyiz. Yani yardım edecek, ama bunu sen ararsan yapacak, sadece sen çabalarsan, sen onun tarafına bir zahmet yürürsen yapacak.
Oysa merhamet, sürekli ben burdayım diyerek, bağırarak, çığlık atarak, sürekli durumunu anlatarak, yardım isteyerek, acına işaret ederek, el açarak alınmaz. Gerçek merhamet, bunu her seferinde uğraşarak talep etmek gerekmeksizin, kurban bir halin altı çizilmek zorunda bırakılmaksızın ihtiyaç duyana verilir. İçinde empati olur, halden anlamak olur. En çok da sevgi olur, sadece bu nedenle kendiliğinden gelişir. Şimdi bunları siz kendiliğinizden yapmıyorsanız, kendini bilen biri sizden bunu almak için niye sürekli çabalasın, bunu kendinize sordunuz mu? Niye sizin arada bir de olsa hatırlayıp bir ne yaptın demediğiniz ama ‘uygun olduğunda ara mutlaka şekerim’in ucundaki talepkar kişi olsun? Sizce kimi gün yataktan kalkmak dahi istemeyen biri, siz instagram hikayenizde dans edip dururken, bir tekneden fotoğraf paylaşırken, güzel bir anınızı bölebilecek olmanın rahatsızlığıyla arayıp konuşsak mı biraz diyebilir mi… Neden sadece arada bir de olsa yoklanmanın insana iyi hissettirebileceği fikri size bu kadar uzak ve zor geliyor mesela? Paylaşımlara ağlayan emojinizi ve çok üzgün olduğunuzu belirten ezber kelimelerinizi bırakmak daha zahmetsiz geldiği için olabilir mi?
Edi’nin Büdü’ye verdiği şu ayardaki kurnazlığı anlıyor ama yine de Büdü’ye olduğu gibi bir kal geliyorsa, anlatmak istediğimi anlamışsınız demektir.
Hep anlamanın ‘nasıl olsa anlıyor’ diye cezalandırıldığı bir dünya
Geçenlerde bir gün Müşfik Kenter’in şu yazısına denk geldim ve ne kadar gerçek olduğunu düşündüm. Şöyleydi:
“İnsanları ne kadar düşünürsem düşüneyim beni o kadar düşünmediklerini öğrendim.
Her ne kadar çok seversem ve kal dersem ardına bile bakmadan gidebileceğini öğrendim.
Dilin karşısındaki gözlere söyleyemediği sözleri parmakların kolaylıkla yazabildiğini öğrendim.
En fazla önemsediğim kişilerin benden hep uzaklaştıklarını öğrendim. İyi insan olmanın hep iyi sonuçlar getirmemekte olduğunu öğrendim.
Ve kalbim ne kadar kırılmış olursa olsun dünyanın benim acılarımdan dolayı durmadığını öğrendim.”
Bunları okuduğumda insanların bu hayatta kötü olmaya zorlanmaları yanlış gelmedi. İnsanlar erdemleri ile onurlandırılacağına, tam da aynı nedenle hırpalanıyor. Mesela bir insan güçlüyse veya en azından güçlü olduğuna inanılıyorsa o daha kolay yalnız bırakılıyor. O zaten halleder insanların gözünde. Eğer alçak gönüllüyse, kurban rolüyle kendini acındırmıyorsa, o derdi kendi yaşasa eriyip gidecek vasatın tekinden kalender olmak üzerine nasihat dinleyebiliyor.
Kendi hayatımdan deneyimlediğim en önemli şeylerden biri, birini gerçekten hep anlayan, anlamaya gayret eden taraf olmanın da bu hayatta özel olarak cezalandırıldığı. Çünkü sizi anlayan insanları genellikle görmüyorsunuz, onlar vazgeçilen, ertelenen, cepte görülen oluyorlar. Anladıkça, anlamaları bir görevmiş gibi oluyor ve hep anlamak zorunda olan onlarmış gibi bir muamele başlıyor. Ben kendi adıma bu tek taraflı anlama işlerini bıraktım, anlaşılmayı talep ediyorum işine gelen varsa. Ama bazen her şeye ama her şeye rağmen anlamaya açık bile olsanız, hatta tüm haklılığınıza rağmen gereken şartlar oluşsa affetmeyi çok isteseniz, ‘keşke bana onu affetmem için nedenler verse’ diye kendi kendinizi içten içe yeseniz bile, işte affedebilmenize neden olabilecek o adım bile gelmeyebilir, o nedenler hiç size verilmeyebilir. En acısı da budur.
İnsanları iyi oldukları için hırpalamak yerine, keşke erdemlerini onurlandırsak, cebe koyulmak yerine el üzerinde tutuldukları bir dünyada yaşasak. Ve keşke insanların mücadelesini mal gibi izlemek yerine onlara gerçekten eşlik etsek. Düşünür Blaise Pascal’ın bir sözü var, “Görmek isteyenler için yeterince ışık, istemeyenler için yeterince karanlık vardır” diye. Sizin bile inanmadığınız mazeretlerle birilerini kandırmak yerine, sadece biraz görmeyi deneyin bu yüzden.
Acı-yas hisseden birine nasıl yardım edebilirsiniz ve gerçek empati nedir? Bu sorunun temel cevabını 3.5 dakikada veren bu video’yu izleyin. Video’da eğitimci Parker Palmer, “İnsan ruhu öğüt almak, düzeltilmek ve kurtarılmak istemez. Yalnızca olduğu şekliyle şahit olunmasını ister” diyor. İnsanlar ise sadece öğüt verme kısmıyla ilgileniyor, acınızı kabul etmiyor. Gerçekte ise sadece acısını gördüğünüzü göstermeniz asıl önemli olan.
Bir not: Gerçekten iyi biri de olmayabilirsiniz 👎
Dünya iyi biri olmak isteyen, kendini iyi biri zanneden ve gerçekten iyi olmayan insanlarla dolu. Bunu duymaktan hoşlanmayacağınızı biliyorum ama üzgünüm, belki öyle zannettiğiniz kadar da iyi biri değilsinizdir de iyi biri gibi davranmaya çalıştığınızda sakil duruyordur. İçinizdeki kötü yer yokmuş gibi davranıyorsunuz ve biri burasını farkettiğini gösterdiğinde kedinin kıçını gördüğünde korkmasında olduğu gibi savunmaya geçiyorsunuz. Bence önemli olan burayı farketmek ve en azından kendinize rol yapmamak. Çünkü bunun farkında olmadığınız sürece orayı tamir etmeye hiç çalışmayacaksınız.
Sonsöz
Bir zamanlar ‘5 yıl sonra kendini nerede görüyorsun’ türünde tepeden tepeden vizyon sorgulayan bir klişe vardı. Bizi sürekli plan yapmaya iten hayatın belirsizliğe olan akıl almaz tahammülsüzlüğü içinde koşarken, her şey ne kadar bizim elimizde, bizim kontrolümüzde gibiydi. Bilimsel bir deneydeymişiz gibi diğer tüm değişkenleri sabit tutarak, haplanmış civciv enerjisiyle 5 yıl sonra kendimizi hangi bıdı bıdılarda gördüğümüze odaklanıyorduk. Gerçekte ise yağmur yağar diye yanına aldığın şemsiyeyi güneş açtığı için boşuna taşıdığın gündeki kadar öngörülemez olabiliyordu sabit tutmaya çalıştığın değişkenler. Şubatta babamın doğumgününü, 2 ay sonra onu kaybedeceğimizi bilmeden kutlayışım gibi..
Ölüm ve Covid, bizim her şeyi kontrol etmeye çalışan yanımızı, elimizde olan her şeyin değişmeyeceğine olan sarsılmaz inancımızı kemiriyor aslında. Hayatın istediğimiz değişkenleri sabit tutarak gerçeği öğrenebildiğimiz bir bilimsel deney olmadığını hatırlatıyor. Dilerim, her şey bittiğinde elindekilerin değerinin farkına varmış, elinde olamayan gerçekleri kabullenmeyi öğrenmiş, her şeyi kontrol edemeyeceğine ayılmış insanlar olarak yola devam edebiliriz. Kendi öykümüzü -ona başkalarının uygun gördüğü sonları biçtirmeden- yaşama hakkına sahip olduğumuzu ve son kelimesine kadar bize ait olduğu sürece değerli kaldığını daha sık hatırlamamızı dilerim.
Babam bu yazıyı okusaydı kalender kalender ‘İyi yazmışsın ama boşveeer’ derdi. Onların ruhu ve kalmayı seçenlerle yola devam ederken, babamın sevdiği ve bazen sesini kalınlaştırarak da mırıldandığı bu şarkıyı buraya bırakıyorum. 🍻