Kendi öykünü yaşamak ve gerçek kötülüğe dair
Kötülüğe dair bir şeyler yazmaya kalkmak kimi zaman beyhude bir çabadır, çünkü milyonlarca kötülüğün her gün, her dakika sardığı bir dünyayı anlatmak için gereken zaman ve harcanacak satır ne yazık ki sonsuz.. Birilerini her gün göz göre göre öldürenleri değil, görünmeyen, sessiz, çoğu zaman bir iyilik ve bir mağduriyet arkasına güzelce gizlenmiş, bencilliğin ‘kurban’ kostümüne büründüğü kötülükler, bence asıl görülmesi ve mücadele edilmesi gerekenler.
Bir dövüşte olduğunuzu düşünün. Ringtesiniz, size yumruk atan kişi, eğer görebildiğiniz bir savaşçı olsaydı, o sizden güçlü bile olsa savaşabilir ve onu yenebilirsiniz. Peki kör bir dövüşse bu, yumruğun nereden geleceğini, hatta karşınızda biri olup olmadığını dahi bilmiyorsanız, yumruğunuzu nereye savururdunuz? Varlığını bilmediğiniz yerden geldiğinde yumruk, bununla savaşabilir misiniz? Ya da nereye kadar ringte, boşlukta çırpınabilirsiniz?
Hepimiz bu kadar iyiysek, gerçek kötü kim?
Herkesin aynı kötülüklerden muzdarip olduğu, herkesin akılalmaz bir tesadüfle hak yememeyi, iyiliği ve dünya barışını istisnasız şiddetle savunduğu bir dünyada kötü olan hep tartışmasız biçimde ‘öteki’ olduğundan olsa gerek, kimsenin yazdıklarımı üzerine alarak aynaya bakmayacağından eminim. Metrobüste ve bankada sizin hakkınız yendi, call center’daki müşteri ilişkileri sizi yine kandırmaya çalıştı, o adam yine dengesiz çıktı, şu kadın sizi yine aldattı, o patron yine hastalıklıydı, diğeri zaten hep manyaktı. Sosyal medyada ideal yönetimden, akılcı işlerden, doğru insan olmaktan, duygulardan bahsedip duruyorduk. Hep bir ağızdan hayvanlara iyi davranmayı, doğayı katletmemeyi öğütlüyorduk. Üstelik hepimiz aynı anda ne kadar da çalışkandık. Bencilliklerden, kötülüklerden şikayet edip, insanlığın tüm saçmalıklarını hep bir elden eleştiriyorduk. Hepimiz çok iyiydik, çok dosttuk zira, peki bu kötüler kimlerdi? Hepimiz aynı anda bu kadar iyiysek, bu deli gibi söylenip durduğumuz kötülük nasıl oluşuyordu?
Bunları zaman zaman sorgularken, geçen gün karşısındakini taciz etme boyutunda motivasyon kırıcılığıyla nam salmış bir yöneticinin, birlikte üretmek ve insana saygı konsepti altında paylaştığı yüzüncü iletiyi okuduğumda, buna gülerken buldum kendimi. İnsanların olmak istedikleri insanlar olduklarını zannetmeleri mi, yoksa öyle insanlar olmaya sadece yazarak çalışmaları mı daha komik geldi bilmiyorum ama alanında milyonlarca örnekten sadece biriydi. Kendinizi mutlu göstermek isteyebilirsiniz, ruh halinizi saklamak sizin kişisel tercihinizdir. Ama sürekli bir iyi insan olma hali mümkün mü?
Ağaç ve kurdun hikayesi
Ben sessiz sakin, sinsice yapılan, gözle görünmeyen, yapan kişinin üzerinde düşünmediği ve umursamadığı gerçek kötülüklere değinmek istiyorum biraz.
Kötülüğü bir biçimde hep ‘ötekileştiren’, kendine bakmayı bilmeyen insan yığınlarıdır. Aynadakinin ise kendini ‘iyi’ zannetmek için hep kendince bir haklı nedeni vardır. Kendini bakmayı bilmemek, kendini görmemek bizim bu dünyaya sattığımız ilk kötülüktür bence. Kendi değerini bilmemek, kendini değersiz görmek, o değersizliğe yakıştığı düşünülen her yanlış seçimin içine bilinçdışı olarak düşmeyi beraberinde getirir çünkü. Daha iyisini zaten haketmediğini düşünen biliçaltı, seçimlerimizi yönlendirir ve biz bu gerçeğin farkında değilizdir. Kendimize yabancılaşmak, bu yüzden önce kendimize yaptığımız, sonra kendimize yabancılaşarak mutsuz edeceğimiz diğer insanlara karşı bir kötülük.
Yokmuş gibi olan, sorgulatmayan, kendini karşısındakine yediren ama aptala yatan kötülüğün kaynağı her zaman hastalıklı bir bencilliktir. Bencillik her zaman üzerinden besleneceği bir zaaf kollar. Varlık gösterebileceği ve besleneceği en kolay yer burasıdır. Zaaf eğer merhametse, bencillik varlığını sürdürmek için kurban rolüne odaklanır. Güçsüz kurban, merhametin içindeki vicdana oynayıp suçluluk ve pişmanlık korkularını yükseltir ve istediğini bir süre için elde eder. Karşındakini duygusal açıdan borçlandırarak ve suçluluk duygusunu körükleyerek yapılan bu tür bencillik, hiçbir zaman pişmanlık duymaz. Çünkü her zaman kendince, hoşgörülmesi ve anlaşılması gereken bir nedeni vardır. Bir ağacın içini yavaş yavaş oyan zavallı bir kurt gibi ağacın içinde dolanır. İki seçenek vardır. Ya ağaç, ağaç olduğunu hatırlar ve gerçeklere ayılır. Ya da kurdun onu tüketmesine izin verir ve bir gün onun yaşaması uğruna kendi ölür. Kazanan alkışlarla kötülük olur.
Sizin kendi öykünüzü yaşama hakkınız var mı?
Kime ait olduğunu bilmediğim ama sevdiğim bir söz der ki, “Her insanın bir öyküsü vardır, işte bu öyküyü yaşama hakkına ‘insan hakkı’ denir”. Birinin kendi olmasına ve kendini özgürce yaşamasına izin vermemek, insani hakkını gaspetmekse, bu en acımasız kötülük değil midir? Aile, çocuk, eş veya sevgili kontenjanından sağladığı yakınlığı en kişisel alanlara sızma ve onları sevgi başlığı altında tatlı tatlı yok edebilme cüreti… “Ben senin için nelerden vazgeçtimler, ne fedakarlıklara katlandımlar, senin için neler yaptımlar” Bu cümleler çok zorlanmadıkça açıkça ifade edilmez, göndermelerle karşı tarafa itinayla zerkedilir. Oysa, gerçek sevgi adı altında yaptığımız şeyler, sevginin zaten kendiliğinden gelir. Yani sevginizden ileri gelen kendi doğal ‘seçimlerinizdir’. Vefaya değer vermiyor değilim. Ancak bunları bir tek vefa duygusuna sarılma çaresizliğiyle karşı tarafın borç hanesine yazmak, gerçek sevginin değil saf bir egonun eseridir. Sevgisiz vefa, esaret yaratır ve bu alacaklı-borçlu, bağımlı- tükenen ilişkisine döner. İşte size hayatları gaspeden sağlam bir kötülük daha.
Önyargılarını hiç düşünmeden savuran, kendi kurdukları mahkemelerde kendi değer yargıları üzerinden karşısındakileri yargılayan, empatiden ve daha ötesi vicdandan yoksun olanlar yüzünden yayılıyor kötülük.
Filozof François Lyotard ise “İnsana yapılacak en büyük kötülük, onu bir umudun içine hapsetmektir” der. Bu da bence başka bir esaret türüdür… Varmış gibi gösterdiğiniz her iyilik, gelecekmiş gibi gösterdiğiniz her ileri adım, yapacakmış gibi gösterdiğiniz her güzellik, şayet hiçbir zaman gelmeyecek ve yapmayacaksanız, karşınızdakini sadece bir hayal içine hapsediyor ve kendi gerçeğine bir adım yol aldırtmıyorsa, onu kendi hayatına geciktirdiğiniz her gün, onun için saf bir kötülüktür bir başka deyişle.
‘Onursuz bir kazanç, onurlu bir kaybedişe asla ulaşamaz’
Hani şu reikiler, meditasyonlar, kişisel gelişim atraksiyonlarıyla beraber gelen ‘en özel sensin, önce sen önemlisin, sıkıntılarıyla enerjini düşürecek insanlarla birarada olma, aman enerji alanın bozulmasın’ akımı var ya.. Bunlara yaslanıp dostlarının en zor zamanlarında onlardan uzak duranları yavaş yavaş daha çok farketmiyor musunuz? Ya da dostu geçtim, kan bağınız olan insanların, en zor acınızda vicdanlarını kaybetmişçesine, bir akıl tutulması yaşayarak köşelerine çekilmesini? Ben ölümü en yakından yaşadım ve öğrendim ki ölüm, insanlar arasında gerçek iyiliğe ve kötülüğe dair rakipsiz bir eleme dönemi.
Metin Akpınar, konuya dair bir yorum getirir, der ki, “Çocuklarınıza sakın ‘bu dünyada iyiler kazanır’ diye büyütmeyin, onlara deyin ki, ‘Dünyada hep arsızlar, çığırtkanlar, kötüler ve iki yüzlüler kazanır ama sen onursuz bir kazancın onurlu bir kaybedişe asla ulaşamayacağını bil ve iyi kal’
Bir tek şeyi eklemek istiyorum buna, ilahi adalete veya evrene teslim ederken kötülüğü, onunla yeterince savaştığınızdan emin olun. Çünkü kötülüğe teslim olmak, ona boyun eğmek, kendi güzelliğini, tekliğini ve ayakta duruşunu farkedemeyen ağacın kurdun kazanmasına izin vermesi demek. Çünkü kötülüğün yaşamasına, kazanmasına araç olmak, ona engel olmamak, hayatta eleştirip durduğunuz kötülüğü bizzat yapmakla aynı şey demek.
Yazar: Nihal Yuvacan