Çocukluk gökyüzü gibi, hiçbir yere gitmiyor
Eski bir Japon çizgi filmi kahramanı ulu kaleci Genzo Wakabayashi demiş ki, “Konuşmasan da derdini anlatırsın, ama kalbindeki kekemelik uzun sürer.”
Özgür Bacaksız’ın Mutsuz Çocuklar Ülkesi, henüz tamamını okumayı beceremesem de, pek çok pasajına bakıp çoğumuzu anlattığını anladığım bir kitap. Genelinde daha çok ‘balık olsam vapur çarpar’ tadı var ki “Çocukluktan sonraki tüm çabalar delik bir balonu şişirme uğraşı kadar boş” girişinden bunu anlamamanız mümkün değil. Kimi bölümünde yavanlık hissettiğim yazılar arasından gerçekliğe dokunanları seçip kendi cümlelerimin arasında onları görsel olarak paylaşmak istedim.
Işıklı binaların kandırdığı çocuk
Çocukluk Edip Cansever’e göre gökyüzü gibidir, hiçbir yere gitmez. Belki Nazım Hikmet’in “Bir gün kalırsan denizin dibinde, yosunlara takılmış gibi soluksuz. Sakın unutma gökyüzüne bakmayı. Gökyüzü senindir, gökyüzü herkesindir” demesi de bu yüzdendir. Bana göreyse pek çok kişinin içinden geçtiğini unuttuğu bir şehir. Ruhumuzun ait olduğu, yaşsız, kuralsız, kirsiz olduğumuz, sadece bu yüzden dönüp dönüp durmak istediğimiz uzak şehir. O şehre seninle beraber gitmeye gönüllü olanları hissedip sevebildiğin bir uzak şehir çocukluk.
İlkokuldayken ve henüz İstanbul’dan o büyüdüğüm küçücük ilçeye taşınmadan önceki bir akşamdı. Babam Alanya’da bir otelde müdürlük yapacak, biz de bundan böyle artık orada yaşayacaktık. Otel 5 katlı bir binaydı ve fotoğrafı vardı. Ben bu gelişmelerden habersizdim. Hikayenin aslını bilmediğimden, önce orada oturacağımızı zannetmiştim. Işıklı ve görkemli bir binaydı. Böyle ışıklı ışıklı bi binada oturacak olmak, beni heyecanlandırmıştı. Zenginlikle ilgili fikrim yoktu. Ama ışıklar, o küçük aklımla hayatımızın iyi yönde değişeceğini göstermişti sanki bana. Ne komikti ki, hayatla ilgili iyi ve kötü kavramlarım oluşmamışken bunu düşünebiliyordum. Hiç kimseyi sevmemiş, kimseyi kazanmamış ve kaybetmemiş, sınavlarla sınanmamıştım hiç henüz. Işıklar, sakızlardan çıkan oyuncakları biriktiren, yıldızları izlemekten mutlu olan, sakin, sessiz bir çocuk için güzeldi.
Okyanusta olduğunun farkında olmayan akvaryum balığı
Sonraları o küçük ilçeden İstanbul’a sömestir tatillerinde gelmeye başlamıştık. Boyunuzun insanların daha çok popolarına geldiği zamanları hatırlarsınız. Bütün popoların her zamankinden daha büyük geldiği zamanları kastediyorum. Bir elim annemin elinde, yürümekten yorulmuş, tüm vücut ağırlığımı can sıkıntısından annemin koluna verdiğim için annemin beni oradan oraya çekiştirdiği, neden dolaştığımızı anlayamadığım ama boyumdan dolayı sürekli yüzleşmek zorunda kaldığım kadın ve adam götlerinden olsa gerek, kalabalık bir şehirde olmanın bi çocuk için fazla olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum.
Simit kokusunu, Edip Akbayram’ın İstanbul şarkısını ilk duyduğum zaman aklımda ilk bu görüntülerle birleştirmemi, martıların gerçekliğini, ama büyüdüğüm yerin sakin denizinden ve sakin sokaklarından sonra buraya çok da ait olmadığımı hissettiğimi de. Bir gün tam da oraya geri döneceğimi ve orada koşuşturan insanlardan birinin de ben olacağımı hiç düşünmemiş, büyük bir şehirde yaşamayı da hiç hayal etmemiştim. Hayat çok uzak bir yerlerdeydi ve ben okyanusta olduğunu bilmeyen bir akvaryum balığıydım.
Küçükken öyle olduğunu sandığım şeylerin başında ezanı okuyan sesin de Allahın gerçek sesi olduğunu düşünüp korkmam gelir. Bana göre Allah interaktif bir iletişimle namaz vaktinde eline mikrofonu alıyor ve insanları ‘haydi eller havaya’ şeklinde huzuruna çağırıyordu 🙂 Mavi gözlü insanların her yeri mavi gördüğünü zannettiğim bir dönem de vardır ki burayı çok şükür çabuk atlatmışım. Aslında bunlarla birlikte çocukluğun trajik veya travmatik alanları da var ki, bunlara girmeden istediğim biraz bu saflıktan ve ona duyduğumuz ihtiyaçtan bahsetmek.
Büyüdükçe değişmeyen tek şey istesek de istemesek de elimizden tutup bizi o bahsettiğim şehre götürebilen insanları sevip durmamız. Karşılık beklemeden sevmekse, büyüklerin dünyasının işi değil.
Bencilliklerden çok yorulmak, yeterince büyümek demek. Birilerini mutlu ettiğin sürece sevildiğin bir dünya, illüzyondan farksız. Mutlu edemediğinde de, birilerinin istediklerini yerine getirmemeye başladığında da, kendin olmayı kabullenip çırılçıplak kaldığında da sevilebiliyor musun? Neden birilerinin seni kabullenmesi, onların isteklerini yerine getirebildiğin, olmanı istedikleri insan olduğun sürece? Gerçek sevgi, bu kadar koşullu, bu kadar bencil olabilir mi?
Deniz, alıştığınız mavi rengini güneşten alır, ama güneş olmasa da denizi gerçekte deniz olduğu için sevmez miyiz? Sevdiğiniz renk gittiğinde, dalgasıyla, kokusu ve sesiyle hala kalbinizdeki deniz değil midir? Ağaç yapraklarını döküp gölgesini üstünüzden çektiğinde, gövdesiyle, köküyle, varlığıyla hala sevdiğiniz ağaç değil midir? Neden insanlar için bunu beceremezsiniz?
Eski bir Japon çizgi filmi kahramanı ulu kaleci Genzo Wakabayashi demiş ya, “Konuşmasan da derdini anlatırsın, ama kalbindeki kekemelik uzun sürer”. Neden kendini anlatmaya ihtiyacı olan kalpleri kekeme bırakıp sadece ve sadece kendi kalbinizin sesini duyarsınız?
Bu kadar bencil olmak için içinizdeki ve dışınızdaki kaç çocuğu öldürdünüz?
Yazar: Nihal Yuvacan