Boşluk
“Bir ömürlük yangın için içimde bir ocak kurulmuştu” diye yazmıştı arkadaşım Sami, babasını kaybettikten sonra yazdığı bir notta. Daha bu cümleyi okurken hissetmiştim, insanlar türlü türlü yangınlardan geçerken aslında nasıl da birbirlerinin dilinden anlıyor. Farklı insanlar olsak ve farklı dünyaların içinde debelensek de işte o şarkıdaki gibi gözyaşlarımızın tadı aynı. İhtiyacımız olan en gerçek şey, birbirimizi yormadan anlamak ve düşündüm ki her şeye anlam katan en derin şey bu. Acının yaratıcılığa ve sanata olan ilhamını anlatan bir yazıda İngiliz yazar Aldous Huxley, “Sonuçta sanat, hayatın korkunç sertliğine karşı bir protesto değil midir?” diye sormuştu. Bence insanların derinde sadece kendilerini düşündükleri, bilinçli ve bilinçsiz türlü bencillik kamuflajlarının içinde adeta uyuşmuş halde gezdikleri bir dünyaya karşı olan protesto da, sevdiğin kişileri basitçe anlamak olur. Sevdiğin birine verebileceğin en büyük lüksün onu anlamak olduğu, aynı anda basit ve karmaşık, illüzyonist dünyada, anlamak bazen bir hayalete sarılmak kadar boş.
Anlamak, bazen yokluğun tam anlamıyla kendisi. Anlamak, tüm değerli anlamlarının yanında aynı zamanda günün birinde bir hiç de olmak.
Kadehimi kaldırmak istediğim bir başka şey, geçen gün metrobüste başıma dikildiği esnada yüksek sesle telefonda konuşarak beni çileden çıkaran bir ‘sarı canavar’. Onu en iyi tanımlayan şey buydu, zira yapaylığın en yüksek mertebelerinden gelen sarılıkta uzun saçları, ince olduklarından on metre yukarıdan çizerek adeta yeniden yaratmaya çalıştığı yapay dudaklarıyla karikatür gibi duruyordu. Elimi minik minik kaldırıp indirerek “Lütfen daha sessiz konuşur musunuz?” dedim. Daha da sesini yükselterek “Bağırmıyorum ki yeeaaa!” dedi. Sonrasında olaylar, o yeaaa’ya kopan benim sürtüşmenin bir yerinde “Siz sarı bir canavarsınız!” dememle son buldu. En çok buna güldüm, baya aklıma geldikçe güldüm, söylenebilecek daha yaratıcı bir öfke cümlesi bulamamış olmalıyım sinirden… Fakat o esnada kimsenin bize bakmadığını ve umursamadığını da hatırlıyorum. Tek bir kişi bakmadı ve tek bir kişi gülmedi. Bugün vapurda bir adamın ısrarla kulaklık kullanmayarak son ses açtığı videoyu göbeğini kaşıya kaşıya izlemesi ve yüzlerce kişinin olduğu katta bir tek benim dönüp dönüp pöflemem ve tepki vermem. Bu basit ve sıradan örnekler üzerinden söylemek istediğim şu: Bencillik, bir maske altında değil, “göstere göstere” yapılsa dahi sinmeyi en kolay yol olarak seçen herkesi içinde eritiyor. Duymak yorucu gelen duymuyor, görmek zor gelen görmüyor. Bencillik, rengi her gün değişen bir canavar. Sarı veya değil, artık rengini bilmiyorum.
Aşağıda eklediğim şarkı, Amy Winehouse’un ölümünden 7 yıl sonra bulunmuş, henüz 17 yaşındayken kaydettiği ‘My Own Way’. 2001 yılında plak şirketlerine göndermek üzere stüdyoda kaydedilmiş. Kayıp bir şarkıyı, kayıp bir kadının sesinden yıllar sonra dinlerken, o zamanlarda kafasında uçuşan hayalleri düşündüm. Yolun henüz başında hissettiklerimizle yolun bizi getirdiği yer arasındaki boşluğun adı da ‘my own way’ işte. Kazandığın ve kaybettiğin, bozduğun ve toparladığın, hayal kurduğun ve yıkıldığın, sonra yine hayal kurup sonra yeniden yıkıldığın, pes ettiğin ve yeniden başladığın, ilüzyonları yenip gerçekleri çakozladığın, aklına gelmeyecek hatalar yaptığın, beklemediğin mutlulukları yaşadığın, kendini sevip kendinden nefret ettiğin, battığın yerden yeniden doğrulup sonsuz bir okyanusta yüzmeye çalıştığın, soluklandığın ve nefessiz kaldığın senin kocaman boşluğunun adı, my own way. O boşluk, birileri için ölümsüz bir şarkı, birileri için hala bir kayıp.
Yazar: Nihal Yuvacan